BEYAZ KÜRKLÜ TİLKİ


Orman, karanlık bir gecede, rüyalara sıkışmış bir karabasan gibi korkunç ve sessizdi. Kara, sinirli bulutlar; sanki ay ile kavga etmişler de bunun hıncını ormandan çıkarıyor gibiydiler. Ağaçlar arasındaki dostluk ve dayanışma, yerini ölüm sessizliğine bırakmıştı.

Rüzgâr orta şiddetli esiyordu. Ağaçlar birbirlerine sonsuz saygı beslercesine; dokunmadan, sessiz bir şekilde sağa sola sallanıyordu. Tüm hayvanlar en güvendikleri, korkularını en çabuk atabildikleri inlerinde gözlerini kapatmış ve bu hadisenin bitmesini bekliyorlardı.
Biri hariç...
Gözleri ateş kırmızısı, kulağının biri yere bakan, beyaz; gözlerinin üstünde siyah çizgiler olan, kuyruğunda  kahverenginin koyu tonunu barındıran, ürkek olmayan ama her şeye şüpheyle, dokunsanız ağlayacak gibi bakan bir tilkiydi bu. Yuvasından uzaklaşmış, gökyüzünün ağırlığını sırtına almış, sinsi ve yavaşça; bir yere bakıyordu. O yaşlı gözler şu an o kadar odaklanmıştı ki, çevresinden gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı savunmasızdı. Hiçbir şey umurunda değildi. Odaklandığı şeye bir taş gibi kaskatı kesilmiş bakıyordu. Rüzgâr sanki onunla anlaşmış ama biraz da bozuntuya vermeden daha sert ve ona doğru esiyordu. Tüyleri geriye doğru sürükleniyor, ona meydan okuyordu. O ise bütün ciddiyeti ile avına bir katil gibi odaklanmıştı. Bekledi, bekledi. Ve bekledi...

Zifiri karanlığın ve şiddetli esen rüzgârın üstüne bir de yağmur başladı. Avının kokusunu içine çekiyor ve hücrelerine kadar hissediyordu. Sırtındaki tüyleri kabarttı ve avına doğru bir hamle yaptı. O an avı, arkası dönük bir şeyler arıyor gibiydi. Bir şimşek çaktı ve işini kolaylaştırdı. Tökezledi. Yerde yuvarlandı ama hemen doğrulup avına koşmaya devam etti. Ve bir hamle ile boğazından yakaladı avını.

Yağmur iyice şiddetlenmişti. Avını boynundan yakalamış, bırakmıyor; tökezlediğinde arka sol bacağını burkmuş olmalı ki çok zor taşıyor ve acı çekiyordu. Büyük bir kayanın girintisine zorla taşıdı avını. Önünde bir dere oluşmuştu. Çaresizce beklemeye başladı. Derin düşüncelerin korkunçluğu ile birlikte, burktuğu bacağını yalıyordu. Yerinde duramıyor, bir an önce çıkmak istiyordu buradan fakat avını böyle taşıyamazdı. Bu kuytudan çıkar çıkmaz ya avını ya da kendini ormanın derinliklerine sürüklenir bulacaktı. Her şeyin farkındaydı. Tek çare beklemekti ve bunu çok iyi biliyordu.

Yağmur iki gün, son nefesini veren ve vermeden önce hayatındaki olan biten her şeyi anlatmaya çalışan bir insan gibi, tüm şiddetiyle elinden geleni yapmıştı. Bunlar olurken o gözünü bile kırpmamış, sadece inine ulaşmayı bekliyordu. 

Gün ağarmaya başladı. Yağmur dinmiş, önündeki dere yerini çamurlu bir toprağa bırakmıştı. Ateş kırmızısı gözleri dikkatli ve ciddi idi. Avı, önünde uslu bir bebek gibi yatıyordu. Avını boynundan tutup tökezleyerek yola koyuldu. Yağmur ve rüzgârın şiddetinden dolayı çok uzaklara gitmişti ve nerede olduğunu bilmiyordu. Bir ipucu, bir taş, bir ağaç bulmak; tanıdık bir ses duymak istiyordu fakat öyle bir şey yoktu. Yürüdü. Tökezledi, düştü, kalktı.

Orman sanki ıslanmış giysilerini çıkarıp yeni giysiler giymişti. Her yer farklıydı. Bacağındaki acı, başını döndürüp onu sersem ediyordu. Yine de avını bırakmadan yürüdü. Gözleri karardı. Durdu. Başını göğe kaldırdı, bulutlar yerini masmavi bir gökyüzüne bırakmıştı. Dayanamadı. Bu acı ona cehennem ızdırabı gibi geldi. Avını yere bıraktı. Yükü hafiflemiş ve bacağındaki ağrı biraz daha geçmişti. Başı önde, üzüntülü, kaygılı yürümeye başladı. Aslında acı çekmeye razıydı. Yeter ki inine gitsindi. Arkasını dönüp avını almak istedi. Avı hâlâ yerdeydi ve tepesindeki dallardan birinde bir kuş, gözlerini ava dikti, kanatlarını iki yana açıp dalışa geçti. Korku dolu bu anlarda bacağının ağrısını unutan tilki iyi bir zıplayışla avına kuştan önce ulaştı. Bu macera dolu andan sonra tekrar yoluna gitmek için arkasını döndü ve daha yorgun, daha tedirgin, daha acı dolu yoluna devam etti.

Çok yol yürümüştü. Artık umudunu yitirmek üzereydi. Durdu, gözlerinden birer damla yaş aktı. Çevresine iyice baktı, hiçbir şey tanıdık gelmedi ona. Belki çok az kalmıştı, belki de daha yolun yarısındaydı. Bilmiyordu ama devam etmek zorundaydı. Zaman kavramı bitmişti onun için ve geriye dönebilmek belki de sonsuza kadar imkânsızdı. Beklemeye devam etti. Sanki doğa onu yeni bir sınava sokmuş, bunu da kahkahalarla izliyordu. Sakindi, beklemeye devam etti.

Biraz zaman geçip de umudunu tümden kaybetmeye başlamışken sesler duydu. Üç yavru, kocaman bir yaprağın arkasından ona doğru koşuyordu. İki günlük fırtına sonrasında inin ön tarafına bir ağaç düşmüş ve kocaman bir yaprak inin girişini örtmüştü. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Ağzındaki avı yere bıraktı ve geri geri uzaklaştı. Yavrular avı afiyetle yemeye başladılar. Tam iki gün boyunca aç kalmıştı yavruları. Kendisi de iki gündür açtı fakat yavruları için bunu yapması gerekiyordu, yavruları için aç kalmaya razıydı.

Yavrular karınlarını doyurdular ve geri çekilip oyun oynamaya başladılar. Geriye kalan yiyecek, onların yediğinden fazlaydı. Yemek için yürüdü. Yüzündeki acı ifade ve dışarı sarkan dili yavrularını tedirgin etmişti.

O ise mutluydu ve yemeğini yemeye başladı. Öyle acıyordu ki bacağı, yerken birkaç kez kendini tutamayarak bacağına bakarak inledi. Üç yavru da, o farkında olmadan sol tarafına geçmişler ve bacağını iyileşmesi için yalayıp ona destek oluyorlardı.

Yorumlar