KELEBEĞİN KANADI


Okyanusun derinliklerine batan bir kelebek kanadı varmış, bilir misin?

Bir gün, uyandı kelebek. Boğazında kekre bir tat hissetti. Sırtındaki cehennem acısı, gökyüzünü aydınlatan bir yıldızın kanadına çarptığı hissini veriyordu. Boynunu çevirebildiği kadar çevirdi, bakabildiği kadar uzun süre sırtına baktı. Bir kanadı üzerindeydi fakat…

İlkbahar gecesinde “S…” vadisinin güneyinden ılık ve sert bir rüzgâr esti. İnce, genç ağaçlar, bellerine kurdele bağlanıp sıkılıyormuş gibi çatırdadı. Yaşlı ağaçlar ürkütücü derecede sakindi; çünkü doğayı tanıyorlardı ve rüzgâr ile ilk kez savaşmıyorlardı. Vahşi rüzgâr bu işi çok iyi biliyordu: ağaçların genç yapraklarında sevimsiz bir melodi tutturdu. Vadi bu melodiyi ilk kez duymuyordu ve son kez de duymayacaktı. Ezgiler, besteler ve dinleyenler hep aynı ama şarkı; bu acılı ama bir o kadar da gururlu dinleyenlere hep farklıydı. Vadi bir kez daha aşina olduğu şarkıyı söylüyordu ve yine sakinlerinin bedenleri, omuz omuza dans ettikleri komşularıyla sallanıyordu.

Kenarları siyah, ortasında uykusundan yeni uyanmış asabi bir baykuş gözü olan ve mavinin her tonuna hâkim bir kanattı bu. Acımasız rüzgârın işi bu sefer çok kolaydı. Kanat aldandı, rüzgâr uçurdu. Uçsuz bucaksız bir boşlukta, yer çekimine kafa tutan bir kanat… Dağları, ovaları geçti. Engin denizler aştı. Bir bedenden koparak yalnız kalmak zordu elbet; fakat özgürlük mutluluktu, umuttu. İlk kez özgürdü ve belki de son kez…

Sonunun ne olacağını düşünmeden derin boşlukta bir sağa, bir sola süzüldü. Rüzgâr onu, alabildiğine uzaklara; evinden, yurdundan, sahibinden çok uzaklara götürdü. Okyanusun korkutucu ama sakinleştirici mavisinin üzerinde keyifle süzülüyordu. Özgür olup kendini bulma ne güzel şeydi... Uykusundan yeni uyanmış asabi baykuş gözü bile keyiflenmiş, gülüyordu sanki. Keyfini hiçbir şey kaçıramazdı. Fakat hesaba katmadığı, hatta tanımadığı bir düşmanı vardı.

Karşıdan, ateşten gözleri olan ve ona sarımtırak dişleri ile gülen bir katil gibi kötü yürekli bir rüzgâr çarptı, asabi ama masum baykuş göze. Artık yeni bir coğrafyada, yeni bir krallığın sınırları içerisindeydi. Okyanus krallık, yer çekimi kraldı. Ne garip değil mi? Ne kadar su olursa olsun yeryüzünde, yer çekimi yine de krallığını sürdürür.

Kanat; masmavi, pamuk gibi okyanus suyunun üzerine duvara toslayan bir keçi gibi çarptı. Canı epeyce yandı ve batmaya başladı. Bu, çok uzun bir yolculuktu. Ne kadar uzun olursa olsun yer çekimi onu eninde sonunda dibe çekecekti. Önce asabi baykuş, derinlikler kat edilirken suda dağılıp kayboldu. Sonra okyanusun deli maviliği kanadın üzerinde hakimiyetini ilan etti. Kanat çırılçıplak kaldı.  Yok olmanın ne demek olduğunu ve çaresizliği o zaman anladı ama çok geçti. Yine de özgür gidecekti ve bunun için mutluydu. Derin bir iç geçirdi. Tenini okyanusun en derininde, dipte hissetti. Toprak, bir ana yumuşaklığında kucağını açtı. Sonsuza gidecek o uzun yolda birbirlerine sarıldılar.

Kanadın hikayesi bu kadar. Toprak ile sonsuza giden bir dostluğu başladı. Toprakla bütünleşti. Kanat kayboldu ama hislerini toprakta bıraktı. Fakat… kelebeğin o kadar şanslı olduğunu söyleyemeyeceğim. Kanadı onu terk etti. Uçamadı. Yalnız kaldı. Ormana ve rüzgâra küstü. Peki sonunda ne mi oldu:

Kelebek, öldü.


Yorumlar