T.Üren |
Dışarıdan gelen yağmur sesleri yavaş yavaş hızlanıyordu. İçeriye yayılan kokudan olsa gerek, kitabımdan başımı kaldırdım. Dedem gürül gürül yanan sobanın üzerini kestanelerle doldurmuş, elinde her zamanki gibi ince belli bardakta çayı ve sigarası, öylece yanan kestanelere bakıyordu.
İlk
tereddütte kalsam da anlamıştım dedemin kestaneleri çoktan unutmuş olduğunu.
Yerimden
kalkıp bir tarafı yanmaya dönmüş kestaneleri çevirdim, diğer tarafının da
pişmesiyle dedemin önüne bıraktım.
Masanın
üzerinde boşta duran bardak benim için getirilmişti, çayımı doldurdum. Dedem
sigarasından öyle bir çekti ki sanki içinde dumanı ile boğulmasını istediği
şeyler varmış gibiydi.
-Dede,
Dedeciğim!
Birkaç
dakika duymuyormuş gibi hiç cevap vermedi; sonra kestaneler, kestaneler diye
hayıflanmaya başladı.
Durumu
anlaması ve kendine gelmesi biraz vakit aldıktan sonra sisli gözleriyle bana
baktı, ilk kez konuşmak istiyormuş gibiydi.
Öylece bekledim karşısında, hiç konuşmadan; anlatmasını, bir defa da olsa ruhunu serbest bırakmasını…
Bir müddet pencereden dışarıya öylece baktık, baktık, baktık…
Koca bir ömür… Hep gizlenerek geçmişti, bir hazine gibi sakladığı yüreğinin kapağını aralamak hiç kolay değildi elbet.
Öyle ne kadar süre durduk bilmiyorum. Sessizliği bozan, şükürler olsun ki dedem olmuştu.
-Ağladığın için artık sana kızmayacağım, dedi. Önce algılayamadım, sonra aynı cümleyi, emin olmamı istercesine yineledi.
-Ağladığın için artık sana kızmayacağım.
Nihayet bu cümle, bunu duymak için yirmi yedi yıl beklemiştim ben.
Ah dedeciğim... Onu bir kez bile olsun ağlayarak görmemiştim. Ne annemle babamın ölümün de ne de Ömür Hanım'ı kaybettiğinde.
Babaannemi hiç tanımıyorum ben. Ömür Hanım'ı tanır, onu bilirim. Sanırım babaannem öldüğünde de ağlamamış dedem, Ömür Hanım onu terk edip giderken de. O zaman belki dedim, belki bu defa kalbinde kararmış bulutları maviliğe bırakır. Olmadı.
O
gün odasına dahi girmedi, ağlamadığını gözlerimin içine sokmak istercesine, elinde gazetesi saatlerce okuyormuş gibi yaparak divanın üzerine kilitlenip kalmıştı.
Aslında hiçbir şey görmüyordu o satırlarda, biliyorum. Kafasının içinden geçen
şeyleri gazete kâğıtlarına hapsetmek istiyormuşçasına saatlerce öylece bakıp durdu.
İşte
o an dedemin dudaklarından çıkan o cümle ile gözlerimden yaşlar süzülüvermişti.
Bu defa gerçekten kızmadı, bağırmadı. Onun da gözleri yaşarmıştı hafiften ama
belli edemiyordu tabii.
-Sanırım
yoruldum Bulut'çuğum dedi… İsmimi dedem koymuş benim. Bir kız çocuğuna Bulut olur
mu hiç demişler, neden olmasın ki demiş. Sonradan pişman oldu mu hiç
bilmiyorum, bu sulu gözlülüğüm ismimin marifeti miydi acaba diye düşünmeden
edemiyor insan.
-Nefesimin
daraldığını hissedebiliyorum. Zirveye yaklaşmak üzereyim Bulut'um. Artık
yaşlanmış olduğumu kabullenmek zorundayım.
Dumanlı
gözlerle başını bana doğru çeviriyor:
-Korkuyorum
kızım, itiraf etmeliyim ki bu defa gerçekten korkuyorum.
Roman
kadar uzun bir hayat hikâyesini özetlemiş kısacık bir cümle şimdi: "Bu defa
korkuyorum kızım."
Ah
dedeciğim, içini açtığın şu ânı yıllarca nasıl beklemiş olduğumu bir bilsen
demek istiyorum, vazgeçiyorum. Bölünsün istemiyorum…
Sanki,
diye devam ediyor:
-Yağmuru
beklerken kurumuş mahsuller gibiyim. Her şey hızla yanımdan geçip gitmiş de ben
öylece bu camın ardından bakıp kalmışım gibi.
Hâlbuki
o hayat ağacından ne yapraklar filizlenip ne yapraklar savrulmuştu seksen yedi
senelik bir asırda. Dedeme sorsam tam şu anda o anlatmaktan usanmadığı
çocukluk, gençlik anılarının hiçbirini hatırlamayacak gibiydi. Yaşlanmak böyle
bir şey miydi acaba?
-Ağla
kızım, içinde biriken ne varsa bırak, sel olsun; sırtına yük ettiğin hiçbir şey
ruhuna yük etmesin, diyordu. Hani kocaman sert kayalar vardır. Bakınca
parçalanması mümkün değilmiş gibi gözüken, hâlbuki yanına varsan belki ufak bir
darbe ile dağılıverecek olan... Dedemi onlara benzetmiştim şimdi.
Seksen
yedi yıl… Demesi bile yoruyor nefesi. Ben bunları düşünüyorken gözlerim bir
anda dememin gözlerine ilişti. O sert kaya parçası evet, tuzla buz olmuştu
artık.
Bu
ânı ölsem unutmam, dedem seksen yedi yıllık gömülü topraklarını kendi elleri
ile aralıyordu. Şimdi anılar bir bir ruhunun derinliklerinden sessiz sedasız
önce yanaklarına, sonra dudaklarına, ardından nasırlı avuç içlerine düşüyordu.
Dedemin
yüreğini kaplayan kara bulutlar yavaş yavaş dağılıyordu, hapsolmuş gözyaşları
maviliğin yolunu tutmuştu bile.
Benim yirmi yedi, dedemin seksen yedi yıl akıtamadığı gözyaşlarını sadece bir kelime başarmıştı işte: YAŞLANMAK…
Yorumlar
Yorum Gönder