Fikiristan

Fikiristan

        Kutsal mavi bir umut insanlığın eski rengi. Evi, gök panjurlu sıcak yuva. Şimdi ise alabildiğine kara, soğuk ve acımasız bir zindan. Penceresi adım hizası, içi kol boyu. Bir manzarası olmayan hapis hayatı.

Herkesin görüp bildiği ama hiçbir kimsenin gidip gelmediği, konuktan bihaber kesilmiş o yalnız ve hakir hayatı düşünce doluydu. O kadar fazla düşüncesi vardı ki onun olan tek varlık onlardı. 

Odanın içerisinde yürürken düşüncelerinden müsaade istiyordu burası onun Fikiristan’ı, dünyasıydı. O düşünceler ki uyutmayacak kadar cüretkârlardı. Uykusuzdu. Yaşlı parmaklarının arasındaki sigarayı yaktı, beyninin derinliklerine çekmek istedi. Çekip her şeyden hissizleşmek. Hiçbir şey hissetmemek onun için verilebilecek en büyük hediyeydi artık.

Pencerenin önünden geçen ayaklara baktı. Burası onun görüp görebildiği tek insan manzarasıydı. Pahalı gıcır ayakkabılar, topuklular, yeni boyanmış kunduraların ardından arada bir de olsa terlikliler ve en arkadan gelen kalabalık, yalın ayaklılar. Yere basışından tanımıştı insanları. Mesela yeni boyanmış bir kundura yere sağlam ve yavaş adımlarla basıyorsa etrafında tek tip bir sürü ayakkabı vardı. Bu insan, yalancıydı. Bir başkası yalın ayak geçiyorsa oradan, ayaklarının kiri ne kadar koyuysa o kadar inanmıştı az önce ki yalancıya. Düzelteceğiz denip düzelmeyen ne varsa o kadar çoktu ki bir yalın ayağı bin bir yalın ayak takip ediyordu. Ayakların kiri sona yaklaştıkça azalıyor, yol uzadıkça artıyordu. Ve en öndeki, bacakları kopana dek bu yalınlığın lideri oluyor, hiçbir kimsenin uğruna yarışmadığı liderlik böyle devrediliyordu. En arkadan gelen o taze bebe ayağı bir gün lider olacağını şimdiden kabullenmişti. Üzücüydü.

Düşüncelerinin suratına baktığını biliyor, onlarla göz göze gelmemek için kapattığı gözlerinde parmak uçlarındaki o sihirli ateşin izlerini görüyordu. O görmeden ve farkında olmadan onun bu geceki ortağı olan fikri, dile gelmeye başlamıştı. Bu gecenin şanslısı oydu.

“İnsanlığın fotoğrafını başucumdan kaldıralı yıllar oldu. Uzun yıllar önceydi, herkes bir gün, güne tövbe ederek başladı. Kötüler vardı aramızda ve sanki organize olmuş gibi üzdüler herkesi. Hiç unutmam, vicdan sahibi olan herkes bir gece de yitirdi ne varsa. Öyle bir insanlık savaşıydı ki bu etini kemiğini kesenler ve camlardan atlayanlar ile doluydu sokaklar. Bir görsen, ortalık mahşer yeri gibiydi. İşte o gecenin sabahında herkes tövbe etti. Vicdanını yitirmiş milyonlar iyiliği rafa kaldırdı. Ve inan birçoğumuzda özlediğimiz o sevgi, kütüphanemizde üstü tozlanmış, sararmış birkaç sayfa şimdi. İlişkiler, karşılıklı çıkarlara merdiven dayadı. Öyle bir dayadı ki kimse bunu tahmin edemiyordu. Hatta çıkarından tatmin olmayan, diğer merdivenin ucundakini bir an boşluğunu bulup onu aşağı itti. İnsanlığın gözü kara, vicdanı yok. Her kim seni gözyaşı dökerken görürse bu bir başkasının silahıdır. Ve insanlar bu silahları beyinlerinde taşır. 

Önceden böyle değilmiş. Sevgi emek, insan yardım demekmiş. Yıllar öncesinden geldim, belki son bir nefesine yetiştim. Gördüğüm, illegal hayatları legal eyledik. Belki biz biraz daha çeker kurtuluruz, gün gelir şu karanlık da can verişimizi beraber yaşar sonsuzluğa uyuruz ama ya ardımızda kalanlar? Onlar ne yapacaklar? Tecrübeliler bilecek, tecrübesizler ise yaşayarak öğrenecek. Kimi bir gönlün kuytu köşesine döşenmiş hain bir mayınla sevgisizliği tadacak, kimi de uydurmaca bir maskesinin ardından söylenmiş yalan dolu sevgi sözlerine kanacak. Birçoğunun da yolu, ihanetin o sancılı günlerinden geçerken hepsi aslında ortak noktalarını elbet bir gün keşfedecekler: güvenmek. Ne kadar güvendiyse o kadar acı çekerken anlayacaklar. Belki de güçsüz olanlar benim gibi olacak, akıllarının zincirlerinden kurtulacaklar. Ama her ne olursa olsun, şunu anlayacaklar:

Bu hayatta güvendiklerinin sayısı bir elinin parmağını geçmeyecek. Şanslıysan, altı parmaklı doğarsın.



Yorumlar

Yorum Gönder