Nilgün Marmara'nın Şiirleri ve İntiharı Üzerine

''Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.''

(Nilgün Marmara'nın Sylvia Plath üzerine yazdıklarıyla söze başlamak istedim.)

***

    Bir gece yarısı kendimi sokağa atsam köşeden Nilgün Marmara çıkacak sanki. Cemal Süreya’nın Zelda’sı, iki adımlık yerkürenin bütün arka bahçelerini gören kadın…

    Tıpkı Tezer Özlü gibi, bence Nilgün Marmara da ‘‘melankolik bir prenses’’ olarak adlandırılamaz. Çünkü ‘‘prenses’’ kişiyi edilgenleştiren yapmacık bir kelimedir. Oysa Marmara’nın kendine has bir rengi vardır. Şiirleri içe dönük olsa da hüzünden çok satırlarıyla yerkürenin sahteliğine başkaldırır ve anlaşılması için yürekle okunması gerekir. Onun şiirleri ne gizdüşümcü şiir kategorisine indirgenebilir ne İkinci Yeni’ye. Nevi şahsına münhasırdır. Ece Ayhan da bunu: ‘’Bir dolu yeni şairden sahicilik ve kimseye benzememezlik açısından bin kat daha iyidir.’’ diyerek belirtmiştir. 

    Şiirlerindeki izlekler: yabancılaşma, ölüm, iletişimsizlik, çocukluğa özlem… ontolojik sorgulamalar diye sıralanabilir. Muhtelif dil sapmaları kullanmıştır. Sözcüksel bağlamda örnek olarak: yontusal, çığlık-söz, aygömütlü, yıldızkopum… gibi kelimeler verebilirim. Marmara’nın sıra dışı cümleleri, dar sınırlar içerisinde nefes alanlara anlamsız gelebilir. Çünkü onlar, ekseriyetle, alışıldık mısralar işitmek isterler. Yeniliğe ve farklılığa kapalıdırlar. Oysa bütüne bakılırsa, anlaşılmayan çoğu şeyin suskusunda koskoca bir dünyanın gizlendiği görülecektir. Öyle bir an gelir ki dil de yetmez olur. Sözcükler satırbaşlarına asılır. Zaten şiir dediğimiz, fırtınalı bir deniz değil midir? Karaladıkça hırçınlaşır, denizciyi boğar, gemiyi savurur. Kelimeler sıradanlaştıkça yeni diller ve yollar aramak gerekir. An gelir deniz de durulur.      

    Sartre, Camus’a karşın intiharın bir kaçış değil reddediş olduğunu savunmuştur. Bu yüzden Marmara’nın intiharı da hastalığına, kedere, şuna buna indirgenemez. O, kalabalıklar içerisinde hüviyetini yitirmektense bu kalabalığı reddetmiş; ondan sığması istenen kalıplara ve sahteliğe başkaldırmıştır. Tıpkı Sylvia Plath gibi. Kendisi de Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi isimli tezinde bu durumu ‘’ (…) kadınlara ikinci sınıflığı dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer.’’ sözleriyle ifade etmiştir.

    Kuşkusuz, burada, kapitalizm ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı evrensel sorunların da özkıyım üzerindeki etkisini görmekteyiz. Ek olarak, fikrimce Nilgün Marmara’nın intiharında Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısı ve buna müteakip anlaşılmamanın yarattığı yabancılaşma da ağır basmaktadır. Bu yapıya başkaldırısını ise internette rastladığım ve sanırsam Kâğıtlar kitabında geçen Canım Sıkıntı Sınırı metninde daha iyi gözlemleyebiliriz: "Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok."

    Nitekim saydığım ve sayamadığım tüm durumların temerküzü Plath ve Marmara’nın,varlıklarının tanımını hiçlikle yapmalarına’’ yol açmıştır. Zaten her şey bir hiç uçurumuna asılı değil midir? Meçhul. Tartışılabilir. Ben de Sartre gibi intiharı bir reddediş olarak görmekteyim fakat iki kategoriye ayırıyorum. Birincisi: Ekonomik nedenlerle intihara sürüklenenler. İkincisi: Ekonomik nedenler şöyle dursun, yaşayabilme imkânı olmasına karşın makineleşen insan yaşamını elinin tersiyle itenler. Tabii modern kölelik düzeninde hayatı her zerresine kadar yaşayabilmek ne kadar mümkündür ki? Para kazanmaya çalış, ev al, aile kur, fatura öde, yaşlanıp öl. Debelen dur. Neyse. Birinci kategoriyi incelersek: Kişiyi intihara sürükleyen ekonomik ve sosyal sebepler tespit edilmeli ve bunları yaratanlara karşı etkin bir mücadele yürütülmelidir. Elbette insanlar kendi ölüm ve yaşamlarını özgür iradesiyle seçebilme yetisine (ikinci kategori) sahip olmalıdır, fakat özelikle günümüze de bakılırsa ekonomik krizin artırdığı intiharlar, bu edimin ekseriyetle özgür iradeden çok bir ‘’cinayet’’ (birinci kategori) olduğunu göstermektedir. Faili sistemdir. İkinci kategori için konuşacak olursak: Onlar, gök duvarlı zindana tutsak olmaktansa, bu duvarı hür iradeleriyle parçalayıp gitmeyi yeğleyenlerdir. Fakat yine de inadına yaşayarak başkaldırmak daha doğru değil midir? Belki bir gün yeni diller ve yeni yollar üretilir, durgun denizler dalgalanır. Elbet öyle olacaktır. 

    Nilgün Marmara, ilk etapta şiir yazdığını kimseye söylememiştir. Eşi Kağan Önal, Marmara’nın intiharından sonra ‘’Şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı.’’ demiştir. Anlaşılmamak, iletişimsizlik ve yabancılaşmak… Birbiriyle ilişkili bu üç durum üzerine yazılacak ne kadar çok ve ne kadar az söz var öyle!  

    Bunun yanı sıra, Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı isimli şiiri, Nilgün Marmara’nın intiharından sonra ona ithaf olarak yazılmıştır. Öğrendiğimde çok şaşırmıştım.

‘’Aldırma 128! / İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında / Her çocuğun kalbinde / Kendinden daha büyük bir çocuk vardır / Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında / Zarfsız kuşlar gönderecek…’’

128, Nilgün Marmara’nın okul numarasıymış. Aynı zamanda da mezar numarası…

    Sözlerim bu kadar. Cemal Süreya’nın Nilgün Marmara üzerine söylediklerini ve Nilgün Marmara’nın intihar mektubunu da okumanızı öneririm… Sağlıcakla kalın.

Kitaptan Alıntılar:

-‘‘Duvar rengi sağanağa tutsak herkes
kendi delilik ağının altında.’’ (s.39)

-‘‘Dirim çürüyor yanıbaşımızda!
Dağılıyor kokusu ölümün
bu bezgin şafaktan.
Sırt dönüşler, yalanlar, aşağılamalarla
daha da ıralıyor canı
varoluş sevincinin.’’ (s.82)

-‘‘Ses sonsuzla bir olmuş, söylenecek
söz çeşitliliğin biridir ancak,
gizilgücün yeğin karmaşasından ayıklanan,
Bir çığlık-söz
doğru sona erecek!’’ (s.22) 

-‘‘… 
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!’’ (s.133)

-‘‘Üşümüşüm...
Bu yaklaşan kışla değil,
Deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil,
Ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta.’’ (s.75)


Yorumlar